2 Şubat 2006 Perşembe

Çok ama çooook uzun bir alıntı/aktarma yazının ilk bölümü...

Yine herkese mrb. ve hatta bu saatte zorla iyi geceler...

İlk olarak daha önceden bir kaç ay takıldığım bildirgeçte yayınlanan blog/günlük gibi kullandığım yazıları aynen buraya parça parça/gün gün aktarmayı düşünüyordum. Yazıları tekrar şöyle bir gözden geçirdiğimde ise kimi yazımda oraya ait bir kaç kullanıcı isminin geçtiğini, kimi yazımda o günlerde konuşulan (oraya ait) olayları yazılarıma konu ettiğimi ya da şimdi eskimiş sayılabilecek bazı gündem konularından bahsettiğimi gördüm.

Bunun yerine hemen başka bir yöntem uygulamanın daha doğru olacağını düşündüm. Bu yöntem; bütün bildirgeç yazılarımın giriş/bitiş bölümlerini, yazıları birbirine bağlayan geçiş bölümlerine çevirmekten ibaret.

Eh biraz da içerikte gönderme yaptığım o dönemdeki kişi ve olayları düzenleyince daha da iyi olur diye düşünüyorum. Sonuçta orada bir şeyler yazınca cevap/yorum yazanlar da oluyor ve tabii ki bir sonraki yazıda bu kişilere hitaben yazılmış bölümler bulunabiliyor... ben konuların özünü bozmadan (yaptığım kelime oyunlarına kadar) yazıları yeniden düzenleyip buraya öyle aktaracağım...

Bildirgeçi keşfettiğimde bana çok değişik ve cazip gelmişti fakat sonradan içerikte tek yönün (istenerek ve kullanıcılar tarafından sevilerek) korunması bende zamanla hep aynı konuyu anlatılıyormuş etkisi yaptı.

Evet bilgisayar artık hayatımızın parçası onu kullanırken bir sürü sorun yaşıyoruz ya da bir çok gelişme oluyor ve biz bunları ancak çok sonra öğreniyoruz. Bildirgeç tüm bunları aşan, gelişmeleri kaynağından takip ederek üyelerine anında (hatta bazen resmi/kurumsal sitelerden bile önce) ulaştıran çok güzel bir “meraklı, internet ve bilgisayar kültürü kullancıları grubu”ydu. Bunlarla ben de ilgileniyorum ama bir yere kadar...

Benim bildirgeçte yazmak istememin tek sebebi türkçe sorunu olmadığından emin olabildiğim, kişisel, günlük türü blog kayıtları tutabileceğim bir blog/site yapısına sahip olmasıydı. Fakat zamanla gördüm ki benim yazdıklarım bildirgeçin genel komün havasından uzak, biraz daha kişisel, edebi ve hatta bazen siyasi olabiliyordu. Orası ise bu iş için kurulmuş bir yer değildi. (ki bunu anlayabilmemi sağlayan bir iki problem de olmadı değil)

Yıllar evvel, ücretsiz site yayınına izin veren tripod’da da (tam olarak benzeri olmasa da) blog türü bir kaç sayfa yayınlamıştım (ki hâlâ yayında). Ama orada da tam anlamıyla bir türkçe sorunu yaşadığım için yazıları jpeg resimler halinde siteye koymak zorunda kalmıştım. Vakit bulunca o sitedeki bazı bölümleri de buraya aktarmayı düşünüyorum.

Uzun lafın kısası millet sesli, görüntülü blog devrine geçmişken benim burada klasik tarzda bir şeyler yazmaya çalışmam biraz boşuna olacak ama benim amacım “en son ne varsa onu yaşamak” değil sadece yazmak.

Yazıyı çiziyi bu kadar önemli sayan birinin de daha önceden yazdıklarını kaybetme korkusuyla burada, yani kendine ait bir yerde bir araya getirme isteği sanırım hem eski okurlarım, hem yeni okurlarım tarafından hoş görülecektir.

Bu yazıyı şimdilik burada keserek yukarıda bahsettiğim “bir araya toplanacak yazılar”ın hazırlıklarına başlamak üzere izninizi istiyorum...

Her şey gönlünüzce olsun...

türkçe başlıkla bir giriş denemesi...

biraz kurcalayacak vakit bulunca nihayet kendi blog-site'mi açtım,
herkese mrb.

Sağda solda ONALTIKIRKALTI imzalı çıkan yazılarımı, arkadaşlarıma attığım komik ya da ilginç resimli maillerin içeriklerini buraya taşıyacağım, internette gezerken öğrendiğim ya da okurken gözüme çarpan ilginç şeylerin adresi de yine burası olacak...

Bunların tümünü buraya taşımak tabii ki biraz zaman alacak. O yüzden şubat ayını, internette ve fanzinlerde çıkan yazılarımı buraya toplamaya ayırdım. Vakit bulabilirsem arasıra bir iki güzel link ya da not bırakmayı da ihmal etmemeye çalışacağım...
(bir yazı için amma çok ya da kullanmışım... acaba siteyi 16-46 yerine "ya da" olarak mı açsam?) :)

Her şey gönlünüzce olsun...

9 Temmuz 2005 Cumartesi

köprüyü geçmek

anahtar sözcükler: fatih akın, istanbul hatırası

Bir hafta geçmiş yine...
yazacağım bir sürü şey vardı ama dün bir filme gittim hepsi aklımdan uçup gitti. Filme giderken hem bir iş gününün yorgunluğu hem de birbuçuk saat süren bir cuma akşamı trafiği ruhumu ezdiyse de filmden çıkınca tam süreli bir terapiden çıkmış gibiydim.
Daha önce Duvara karşı filmini yapan fatih akın bu sefer istanbul hatırası’nda çok daha iyi bir iş çıkarmış.
Evet filmimiz istanbul hatırası.
gitmeden önce övülen her şeye olan mesafeli yaklışımımı koruyordum ama bu öyle bir filmdi ki (adamlar sinemada neredeyse yanınıza oturup) arada mesafe falan bırakmadılar.
genelde değişik bir sanat anlayışım olduğu için, bir filme, kitaba, müzik albümüne yapılan övgüler sonrası merak edip baktığımda genelde tavsiyeler cebimde patlar ve öneriler hep uyduruk çıkardı.
Tabii ki filmin sıradan bir holywood yapımı olmadığını hatta belgesel olarak nitelendirilebileceğini belirtmem gerekir. Yakın çekimler, arka sokaklar, kadraj bilgisi, hiç beklemediğiniz insanlardan ummadığınız cümleler filmi çok güzel bir yere getirmiş.
Filmin ana teması istanbul’un sesleri ve bu seslerin sahiplerine ait küçük ayrıntılar. (ara sıra filmde adı geçenlerin, oynadığı eski türk filmlerinden alınma sahnelerinin kolaj yapılmış gibi araya koyulması da bambaşka bir hava yaratmış)
Küçük detaylar gözden kaçmamış ve filmde öyle güzel bir kurguyla seyirciye aktarılmış ki asla dinlemeyeceğiniz bir türde müzik yapan insanların yaptıklarını, onlara ait hikâyeleri dinleyince siz de onlardan biri oluveriyorsunuz.
Filmde kim çıkıp bir şeyler anlatsa ve kendini, istanbul’u, türkiye’yi kendine göre ifade etse bir gün dışarda rastlarsam ben bu adama ya da kadına sarılıp ağlarım diye düşünüyorsunuz.
tozlu plakların izini sürmek için bulgaristan’ın köylerine kadar gidip orada eski şarkıların peşinde koşturanlardan sokak aralarında breakdance yapıp asfaltta icra-ı sanat eyleyenlere, hamamda sahne kurup kürtçe ağıt/türkü söyleyenlerden trakyadaki küçük bir kahvede klarnetçiyle yarışa giren udi ile kemancıya kadar müzik dünyasının kahramanları hem yaptıkları müzikle hem de hayat felsefeleriyle türkiye’nin kültürel zenginliğini gözler önüne seriyor...
Filmin tamamını anlatsam bile seyretmenizi engelleyecek bir şey yapmış sayılmam çünkü “istanbul hatırası” kurgu olarak ordan oraya akarken, sizi görüşmeleri yapan anlatıcının (aynı zamanda dolaylı olarak filmin kahramanı olan Alexander Hacke) peşinde sürüklemeyi iyi beceriyor.
filmin müzikleri, muhteşem görüntülerle birleşince ortaya çıkan eser öylesine güzel bir bütünlük oluşturmuş ki; sinemadan çıkar çıkmaz aldığım filmin müzik cd’sini hemen dinleyebileyim diye, adeta istanbul’un üzerinden atlaya zıplaya olabildiğince çabuk eve gitmeye çalıştım. Ve dün akşamdan beri hiç durmadan bu albümü dinliyorum.
(Benim için geçen yazın vazgeçilmezi olan burhan öcal’ın kırklareli il sınırları albümünün yerine, bu yaz hiç durmadan dinlenecek bir albüm kazandıran filmin müzik cd’sini ise filme gittikten sonra dinlerseniz daha doğru olur.)
son zamanlarda benim gibi istanbul’un karmaşasından sıkılıp bıktıysanız ve artık istanbul’un eskisi gibi güzel olmadığını düşünüyorsanız, bu film ruhunuza ilaç gibi gelecek.
en azından sinemadan çıkınca sokağa ve sokaktaki (aynen sizin/benim gibi olan) diğer insanlara bakışınıza filmin nasıl farklı bir boyut kazandırdığını görüp; o yarattığı olağanüstü havayla bütün insanlara sarılıp kucaklama hissini yaşamanız için istanbul hatırasına gitmenizi tavsiye ederim.

ONALTIKIRKALTI

2 Temmuz 2005 Cumartesi

cehennemi söndürelim...

anahtar sözcükler: Mehmet Kartal, DIN, kiler market, iett.

Geçen hafta içinde akşamları fırsat buldukça Mehmet Kartal'ın "hayatım gerçekten roman" isimli kitabını gece yarılarına kadar hızla ve çok büyük bir merakla okuyup bitirdim.

Değişik bir gözlem gücü ve abartıya kaçmadan, kendine has argo anlatımıyla mehmet kartal olağanüstü bir iş çıkarmış. tabii bu olağan üstülük hem yazdığı kitap hem de kitapta yazılan yaşadıkları için geçerli.

Başından binbir türlü karışık olay geçen, Almanya-Türkiye arasında hayatını gelgitlerle yaşayan kartal'ın tükenişin zirvesinde olduğu dönemlerde bile almanya'daki ilköğretim zamanı aldığı eğitim sırasında kendisine söylenenlerin etkisinde olması, her zaman söylenen "iyi bir eğitim"in önemini bana tekrar tekrar hatırlattı.

Her şeyden önce almanların eğitim ve mühendislik alanında gösterdiği başarının arkasındaki disiplinin farkında olmak gerekiyor. insanlar bireysel olarak ne kadar özgür olurlarsa olsunlar toplumsal olarak birçok katı kurala sıkı sıkı bağlılar. bu katı kuralları, yaşadıkları ülkenin bütün görünüşünü etkilediğinin bilinciyle, kendilerine sunulan hayatı modern ve temiz bir çevrede yaşamanın en önemli temeli olarak kabul etmişler.

Almanya da yaşayan bir genç, sistem karşıtı bireysel tepkisini "her şeye müdahale edebilirsiniz ama ruhum ve fiziğim bana aittir. ben karakterimi ve fiziğimi istediğim gibi şekillendirebilirim. o yüzden kulağıma küpe, dudağıma piercing, koluma dövme, saçıma boya yaptırmama kimse karışamaz." diye dile getirebilir, bu saydıklarımızı kendisine uygulayabilir. ama bisiklete biniyorsa bisiklet yolundan gitmek zorundadır aksi düşünülemez, çiğnediği sakızın kağıdını bile yere atamaz. katı kurallar ve cezalar küçüklükten itibaren almanların yaşam tarzı içinde kabullenilip uygulanması normal bir davranış biçimi haline gelmiştir.

Bunlar asla robotlaşma ya da baskı altında ezilme olarak özgürlüğün kısıtlanması anlamına gelmemelidir. toplu olarak yararlanılan alanlarda da herkesin hakkı olduğu için çevreye uygun davranmak başkasının özel hayatına gösterilen saygıyı ifade eder.

Bu sayede, temiz pak giyinmiş okula giderken, apartmandan açılan bir camdan aşağı kafanızdan aşağıya bir leğen bulaşık suyu dökülmez (kurtuluş'ta oturduğumuz zamanlarda benim başıma gelen bir olaydır, ki şimdi gülsem de o zaman çok üzülmüştüm), piknik alanlarında bırakılan çöpleri görüp kırk yılda bir gittiğiniz piknikte moraliniz bozulmaz, bilmem ne ilçesi bilmem ne köyü yardımlaşma derneği piknik düzenleyip etrafındakilere hiç aldırmadan ormana kuş sesi dinlemeye gidenlerin yanında bütün gün havaya ateş edip durmaz.

Şehir hayatını bir türlü öğrenemeyişimizin altında aslında böylesine küçük bir şey saklı; başkasına saygı.

Evet sadece bu, kendini düşündüğün gibi başkalarını da düşünmek. yoksa hayatı kendi kendimize zehir edip duruyoruz. ve sonra yaşadığımız yeri beğenmeyip, birbirimizi birbirimize şikâyet ediyoruz.

Adamlar kaldırımın yüksekliğinden, hangi vidanın kaç milimetre olacağına, kaç metrekare evin kaç kalorifer peteğiyle yeterince ısınacağından, gazete dergi okunurken, basılan mürekkep elimize değiyor, zarar vermesin diye boyanın içindeki kimyasal maddelerin oranına kadar her şeyi düşünmüşler.

Çıkar sağlamak için olmaması gerekeni, yalan yanlış bilgilerle normal göstermek yerine kendisine maddi olarak zarar verse bile “doğru”dan şaşamazlar. Çünkü adamların mantığında bir ürünün saygınlık göstergesi olarak "din" var. Bu öyle bizim bildiğimiz din değil, bu din, tamamı büyük harfle yazılan almanca bir "DIN" açılımı (yanlış hatırlamıyorsam) "deutsche internationalstandart norm" dur.

Siz ne imal ederseniz edin standartları, yani olması gereken ölçüleri ve kalitesi daha önceden tespit edilmiştir. Buna uymayanlar, üretilip satılamaz. Ekmekten uçağa kadar her şey için geçerlidir.

Hani bizim Türk standartları enstitüsü gibi bir şey. (ama onun adı yolsuzluğa karışmayanı.) (geçenlerde gazetelerde okuduk bazı firmalar tse'ye uygun olmayan mallarına tse uygunluk belgesi almak için rüşvet veriyormuş) tabii ki kurumların suçu yok, onları kendi çıkarları uğruna batırıp işlevlerini yok edenler suçlu, bir de bunları görüp müdahale etmeyenler.

Adam gecekondunun bahçesinde, kiremit tozuyla kırmızılaştırıp içine bir sürü de kimyasal madde kattığı salçayı, yıkayıp boyalarını tinerle sildiği yoğurt kâselerine dolduruyor, üstüne de sahte bir tse damgası vuruyor. bunu yapıp parayı kazanıyor ama herkesin bu yola başvurup ülkeyi yaşanmaz hale getirdiğini düşünmediği için, karı kızla pavyonda alem yaparken sahte rakı içip öbür tarafa gidiyor.

Ölmese ne olacak yakalanmaktan korkmuyor ki. Yakalansa halkın sağlına uygunsuz gıda maddesi üretmenin belirli bir caydırıcı cezası yok. yaptığı ürünlerden yüzmilyarlar kazanıp birkaç milyon para cezasıyla yırtıyorlar. At adamı içeri 10 yıl, bütün mal varlığını, banka hesaplarını da devlete bağlı kurumlara devret, bakalım bunu gören başkaları bir daha böyle bir şeyi yapmaya cesaret edebiliyor mu?

Benim memurum işini bilir lafı bir dönemler hayatımıza damgasını vurmuştu. Yani rüşveti meşru kılan bir açıklama devletin en üst kademelirinden geliyor ve halka ne yaparsan yap, parayı bul. Nasıl bulursan bul yeter ki zengin ol deniyordu.

Bu işgalci, sömürgeci mantığıdır, dürüst insanlarda memnuniyetsizlik yaratır diye düşünmeden; güçlüysen ve vicdanın da yoksa, bir şeyler yapıp yolunu bulursun ya da kısacası "gücü, gücü yetene" demektir. Bu gücü gücü yetene mantığıysa modern toplumda olmaması gereken vahşi hayatın bir parçasıdır (duyar duymaz akla ilk olarak vahşi kapitalizmin böyle bir şey olduğunu çağrıştırıyor değil mi?)

Vahşi hayat ormanda olur. bizler artık bir arada şehirlerde yaşıyoruz. bizlere bu şekilde hayvan muamelesi yapılması da hiç hoş değil. (aslında amerika'nın yaymaya çalıştığı bilinçaltı kültür yayınlarının kalesi olan national geographic ve discovery channel'i seyrettiğimizde de bunu açıkça görüyoruz. milyonlarca konu varken hep vahşi hayat, hep aslanların antilopları parçalayışı, yani gücü gücü yetene. "bak doğanın kanunu bu. o yüzden bana karışma ben aslanım, güçsüz olanın kaderi benim elimde." mesajı her gece milyonlarca evde insanların beynine kazınıyor.) herkes buna göre yaşayınca da; ne evin soyulunca hırsız yakalanabiliyor, ne hastaneye gidince sıra gelip doktor görebiliyorsun, ne arabanı park edecek yer bulabiliyorsun, ne de okulda adam gibi eğitim - öğretim alabiliyorsun.

Herkes bir yandan işini sallıyor, yapması gerekeni yapmayıp nereden parayı kapıp yolumuzu buluruz diye düşünüyor. bir yandan da sokağa çıkıp hep beraber el birliğiyle mahvettiğimiz ülkeyi beğenmiyoruz. gram akıl var mı bunu yapanlarda?

Onlar yapar kardeşim çünkü bu ülkeyi, buradaki insanı düşünmüyor. onların hepsi gidip yurt dışında tedavi oluyor, çocuğunu yurt dışında okutuyor, evini yurt dışından getirdikleriyle döşüyor, buzdolabı ithal yiyeceklerle dolu, bir şey olursa diye yurtdışında ikinci bir evleri, ikinci bir vatandaşlıkları ve pasaportları var. Bir tek bizlerin sırtından kazandığı paralar yerli malı.

Artık buna bir son verelim bu kendi kendini yok etme üzerine kurulu yaşamı durduralım.

İnanın saçma sapan yollarla kazanılan parayı harcıyabilecekleri doğru dürüst yer de kalmadı, bitti memleket. Ondan sonra da çok matah bir şeymiş gibi bizim yapamadıklarımızı yapabilen ülkelere özenip onların kaliteli mallarına hayran kalıp kendi sokağımızda açtığımız yerlere, kendi fabrikalarımızda kendi emeğimizle ürettiğimiz bisküviye bile ingilizce isimler verip kompleksli iğrenç bir yaşam kuruyoruz.

Benim adım kör necla istediğin kadar yaz nüfusa angelica. Böyle olmuyor ve olmayacak bu işler, artık uyanalım.

Dün akşam seyrettiğim bir programda türk dil kurumu başkanı anlatıyor: "İspanya turizm olarak avrupanın en faal ülkesi ama gidin bir müzeye girin, ispanyolca harici tek kelime göremezsiniz acil çıkış kapısına bile exit yazmazlar. Müzeyi gezerken ille de kendi dilimde bilgi almak istiyorum derseniz, elinize cep telefonu gibi bir alet veriyorlar, merak ettiğin eserin karşısına geçip ona ait numarayı tuşluyorsun. Alet başlıyor sana ingilizce ya da istediğin dilde eser hakkında bilgi vermeye. Adam buradan da para kazanıyor. Ya da rehber tutmak zorundasınız ki bu da para." Bir adamların turizmden para kazanma iş yaratma mantığına bakın bir de bizimkine.

Şimdi kendi hayatımdan bir kaç örnek vereyim: kendi işini yapmak istemeyen, hayatlarından memnun olmadıkları için başkalarının da hakkını gaspeden insanlardan örnekler bunlar ve eminim ki herkese böyle davranılıyor ve herkes bu tür şeyleri kanıksamış olduğu için böyle yaşayıp gidiyoruz.

Okulların kapandığı gün ilkokul 5. sınıfa giden kızım takdirname almış, daha önceden söz verdiğim için kendisine karne hediyesi olarak bisiklet alacağım.
Sağa sola bakıp biraz araştırınca hem fiyat olarak hem de kalite olarak alabileceğim modelleri tespit edip bir karara varıyorum. Kiler marketin katoloğunda gördüğümüz bisikleti alacağız.

Taksiye biniyoruz ve yaklaşık 15 dakika sonra markete yakın bir yerde şoför yoldan sapıp başka bir sokağa dönmek üzere duruyor : "abi o tarafta trafik var siz burada inin". Böyle ufak bir şey için tartışıp moralimizi bozmak istemiyorum. Adam doktor olunca hastalar var diye hastaneye gitmek istemeyen doktordan farksız. ne diyeceksin zaten. İstanbul'da taksi şoförü olmuş sonra da trafik var diye gidilen yerde seni caddenin ortasında bırakıyor. Ne olmasını bekliyordun kardeşim? Sen taksici olurken bunu bilmiyor muydun? Neyse uzatmayalım.

Az bir şey yürüyerek kiler markete geldik. park alanının bir bölümünü bisiklet reyonu yapmışlar. İyi güzel. elimizdeki katologdan beğendiğimiz bisikleti gösteriyoruz "Abi ondan yok..."

E! niye koydunuz o zaman katoloğa, çocukla elli yer gezdik hiç birini beğenmedi ne yapacağız şimdi? "başka verelim." iyi başka ver de buraya uygun fiyat yazmışsın bunlar 30-50 milyon daha pahalı. acaba diğer şubelerinizde var mıdır? bir telefon edip öğrenebilir misiniz? biz kendimiz gidip oradan alırız. diyoruz ama arkadaş içeri gidip 5 dk. sonra geri gelince şöyle bir cevap veriyor: "dışarı telefon etmek yasakmış abi kusura bakma."

Ya kardeşim ben Guatemaladaki asker arkadaşımla görüşmeyeceğim ki sen kendi dükkânının şubesini arayıp soracaksın. Bu nasıl mantık, nasıl bir hizmet anlayışı? Oradan başka bir görevli yapılanın doğru olmadığına kanaat getirip araya giriyor "ben müdüriyetten arayıp, öğreneyim" diyerek gidiyor on dakika sonra da geliyor, "yok, hiçbir yerde yok" tabii ben işe uyanıyorum, ya milleti çekmek için birkaç tane böyle ucuz ama kaliteli olanından getirmişler ya da böyle bir ürün hiç yok adamların kataloğundan aynen resmi alıp kendi kataloglarına koymuşlar.

Müşteri olarak, bunu satıyoruz diye ürünlerinin tanıtımını yapmak için basılan katalogdaki ürünü, mağazaya gidince bulamıyorsam acaba işin içinde bir katakulli mi var diye düşünmek hakkım herhalde. neyse, kendime olsa orada bir dakika durmayacağım ama çocuk yanımda öyle üzülmüş duruyor ne yapacaksın. iyi kardeşim iyi, şundan olsun diyerek bir tane bisiklet beğeniyoruz.

Naylonlar açılıyor ve bisiklete yaklaşımıyla el becerisinden hayatında hiç bisiklete binmemiş olabileceğini düşündüğüm bir eleman bisikleti kurmaya başlıyor. Evet parayı verdik bisiklet kuruldu alıp gideceğiz ama tekerleklerin şişirilmesi lâzım. Tekerlekler ne olacak diyorum " abi artık onu da benzinciye gidip orada kendin şişireceksin" cevabını alıyorum.

Ya sabır! Bir bisiklete bir kızımın yüzüne bakıyorum kendi kendime olur böyle şeyler minicik bir kızın bunları anlayıp bana hak vermesini beklemek doğru olmaz şimdi alıp geri verince üzülür, eve gidince bir yerden bir pompa bulup ben şişiririm diye olanları sineye çekiyorum.

Sonra elimdeki katologdaki resimlere bakıyorum ve bizim bisikletin arkasındaki boş yer dikkatimi çekiyor. Aaa bunun gece reflektör yeri var ama takılmamış oralarda bir yerde mi kaldı bakın resimdekinde var deyip bizim bisikletteki eksik parçayı gösteriyorum, cevap hazır "abi bunların paketinden onlardan çıkmıyor."

Alla alla... Ya kardeşim hep bana mı oluyor böyle şeyler diyeceğim sırada bir araba yanaşıyor ve arkadan bir bisiklet çıkarıyorlar. Bilmem neresi bozulmuş, tamire getirmişler adam "değiştirebilir miyiz?" diyor.

Bu kadar şeyden sonra "hah eve gidince, o da olursa tam olur" diye düşününce aklım başıma geliyor. Oraya yeni gelen, sonradan bölüm şefi olduğunu öğrendiğim beyin yanına gidip olanları anlatıyorum ve bisikletin garanti belgesini soruyorum "bir şey olmaz, biz buradayız getirirsiniz" cevabını alınca tekrar bir ya sabır çekip "bugün var, yarın yok. sonradan bir şey olursa ne yapacağız? Zaten sizin bu garanti belgesini vermeniz gerekiyor" diye biraz zorlayınca beyefendi beni sevmiş olacak ki(!) diğer müşterilere yapmadığını benim için yapıp "haftaya gelirseniz size bir şeyler ayarlarım, veririz bir garanti belgesi" diyor.

Pes be kardeşim pes.

Zorla para kazandırıyoruz adamlara.

Sadece burası ve bu ürün değil böyle o kadar çok yer, o kadar çok hizmet var ki hangisini sayayım bilmiyorum. İş artık o raddeye gelmiş ki iett otobüsleri bile oturduğumuz yere doğru giderken onlarca kez şikâyet ettiğimiz halde, (zorunlu olarak gitmesi gereken güzargâhı takip etmeyerek) kestirmeden gidebilmek için "etaplara giden var mı?" diye soruyor. Farketmeyip takip etmezseniz kestirmeden sondurağa gittiğinizle kalırsınız. O yüzden "evet var! var!" diye bağırmanız gerekiyor. Yani siz yoksanız adam oradan değil, kafasına göre dolaşmasın diye başka yoldan gidecek. Arada o duraklarda bekleyen varsa beklesin önemli değil. Nasıl olsa adam uyanık ya aradan kaçıp kâr edecek.

Ya kardeşim bunların al birini vur öbürüne. Taksici olmuş trafiğe girmez, market açmış bin tane katakulli, sattığı ürünün garanti belgesini vermez, iett şoförü olmuş geçmesi zorunlu olan duraklardan geçmeden uyanıklık yapıp kestirmeden gider.

Bunlar bir günde benim gördüklerim, bir de bir yılda olanları düşünün: hastane, banka, pastane, okul, işyeri, lokanta, sinema, yollar, araçlar, yiyecekler, giyecekler vs. bir de bunu seksen milyon insan için düşünün.

Cehenneme gerek yok, bizler başkalarının haklarına tecavüz edip kısa yoldan malı götüreceğiz diye, kendi ellerimizle kendi ülkemizi cehenneme çevirmişiz. Ama yeter buradan başka gidebilecek yerimiz yok, bu cehennem ateşini söndürelim artık.


ONALTIKIRKALTI

28 Haziran 2005 Salı

"kazanmak için her şey mübah" (!)

anahtar sözcükler: hak ve adalet, kovboy filmleri, türk filmleri

Buraya yazmaya vakit bulamasam da boş kalırsam şunu şunu yazarım diye düşünmeden edemiyorum.
Zaten yazmam gereken bir sürü yer varken, bir de günlüğümü niye bu kadar düşünüyorum bilemiyorum. (Belki de bir konu ya da kafamda daha önceden tasarlanmış belirli bir kurgu olmadan, sırf zevk için yazmam eğlenceli geliyordur.)

Buradaki E-günlüğüme yazarken, serbest etkileşimle, içimden geldiği gibi yazmak, gerçekten de beni mutlu ediyor. o an ne düşünüyorsam onu yazıyorum.
Bu bana, diğer konularda olduğu gibi her zaman aklıma gelen bir örneği hatırlattı; meşhur robinson vardır ya (hani şu, adada mahsur kalan) ve tek dostu da cuma’dır hani.
Robinson’la cuma, iyi iki dost olur ve robinson geldiği yerleri, oralarda olan biteni anlatır.
Ve hep geldiği medeni dünyayı tarif ederek, bir şeyler öğretmeye çalışır cumaya.
Bir gün atletizmle ilgili bir şeyler anlatırken, konuşma tartışmaya döner ve cuma ile robinson aralarında yarışmaya karar verirler.

Yerlerini alırlar ve başlarlar koşmaya.
Cuma aslında istese robinson’u geçebilecek fiziki yapıya ve koşma yeteneğine sahiptir ama robinson bu yarışta öndedir.
Robinson bütün gücüyle kendi sınırlarını zorlayarak, çıplak ayakla sahilin yarı ıslak kumları üzerinde koşarken, ara sıra da göz ucuyla kendini havaya atıp kumda seke seke koşan cuma’ya bakmaktadır.
Gücü tükenip kendini yere attığında nefes nefese cuma’ya “ben kazandım” der.
Bütün yarış boyunca robinson’un sınırları zorlayan koşusunun aksine ayaklarının ucunda ceylan gibi hoplaya zıplaya, kendini hiç yormadan koşan cuma’nın cevabı şöyle olur; “ama ben senin, benimle değil de kendi hırsınla yarıştığını sanıyorum. Çünkü ben sadece koşmak için, koşmaktan zevk almak için, içimden geldiği gibi koşarken sen hırsınla mücadele ediyordun. Ve sonuç olarak hırsın seni tüketip bitirdi, yere düştün. oysa ben ayaktayım ve aslında koşmaya karşı hem daha dayanıklı olduğum için, hem de koşunun eğlencesini yaşadığım için ben birinci olmalıydım.”
Evet işte günlüğüme yazı yazarken ben de böyle, yazmayı hırsla bir şeyler becermek için değil, cuma’nın koşması gibi zevk aldığım şekliyle devam ettirmek istiyorum.

Hayatım boyunca (çocukken veya gençken bazı dönemler hariç) hemen hemen hiç hırslı olmadım.
Sorumluluk duymuşumdur, zorlanıp ben bunu mutlaka yapacağım dediğim de inatlaştığım da olmuştur ama “amaca ulaşmak” hiç bir zaman ana hedefim olmamıştır.
Hiç en önemli şeyleri yazacağım diye bir hırsım yok, hiç birinci olacağım diye hırsım yok. (Zengin olmakta ayne böyle. Haaa diyeceksiniz ki kedi ulaşamadığı ciğere mundar dermiş yok valla ben zenginlik nedir onu da biliyorum ama istemem, önce huzur...)
Ben, oyunun içindeyken hırstan gözü dönenler gibi oyunu kaçırmak istemiyorum. Hayatta hırslı olup başaracağım, herkes bana bakacak, herkes beni konuşacak, ben, ben, ben, en birinci ben diyenlerden hep uzak durmuşumdur.
Hayat en sonunda başarılı ya da başarısız oldum diye ayrım yapmak için feda edilecek bir şey değil ki. hayat şimdi ki “an”dır. gelecek için şimdiyi feda etmek bana her anlamda ters geliyor zaten... (punkseverlik de buradan mı miras kaldı acaba)
İngilizlerin yaptığı gibi; futbolun gereği olan “güzel bir oyun” yerine, maçın sonunda kazanmış olmak için, sadece dan dun şut çekip, gol atıp, galip gelmektense; sonucu ne olursa olsun, oyununa eğlenceyi, zekâyı, beceriyi ve estetiği katarak güzel bir futbol sergileyen Brezilya ekolünü tercih ederim.
Hayır, amaç futbol oynamaksa, futbol diğer insanlarla ortaklaşa yapılan bir spordur ve o anda hiç kimsenin aklına gelmeyeni yaparak zekânla karşındakini geçmelisin, becerini topla buluşturup oyuna estetik katmalısın. Yok beni ilgilendirmez ben sonuca bakarım dersen oynadığın futbol değil “en çok golü kim attı”dır.
Madem öyle biz çekilelim, sen devamlı kaleye vur hep gol olsun. Doksan dakikada ne kadar atabilirsen at, hatta bizim bir fonksiyonumuz olmayacağına göre biz gidelim, sen de bir adam bırak, golleri o atsın.
E ne oldu şimdi, bu güzel bir oyun oldu mu, olduysa güzelliği nerede? Anglosakson kültürün bir uzantısı ingiliz fuboluna yansıyor ve ne yazık ki bence dünyaya bakışları da böyle. Ben kazanayım gidip atayım bombayı adamın başına sonra da elinden alayım petrolünü, madenini... ne hararet yapıyorsun kardeşim, baştan söylesene ben mal mülk para pul manyağıyım diye. Çıkarlardı sahadan atardın golünü. Her halde ırakta, “al ulan sana petrol, al ulan sana stratejik toprak parçası, yeter ki benle oynama, git ne halin varsa gör” diyecek bir sürü ıraklı vardı ama onlara da başkaları sayesinde dünya kulaklarını kapadı.

Benim yaşımda olup da küçükken Hulisi Kentmen, Sadri Alışık, Hülya Koçyiğit filmleriyle büyüyen herkeste olduğu gibi hırsa, güce ve o hırsla, gücü elde etmek için yapılan kötülüklerle hayatta zaten sayısı az olan güzel şeyleri bozanlara karşı “böyle yapılmaması gerekir” gibilerinden bir şeyler anlatmaya çalışıyorum... (anlatabilmiş miyim bilmiyorum?)
Biz istediğimizi anlatalım dünya bambaşka bir yere gidiyor. Adamlar hayatlarını yanlışlar üzerine kurdukları için yaptıkları şeylerin çoğu da yanlış oluyor.
Bir, hiç kimsenin beğenmediği bizim eski türk filmlerine bakalım, bir de amerikalıların eski kovboy filmlerine.
Birinde; hayatın çetrefilli oyunları, aşk tuzakları, karşılıksız sevmek, arkadaşlık vs. vardır ve iyi niyetli saf insanlara kötü insanların hırs, güç, para için akla gelmeyecek kötülükler yapabileceği anlatılır.
Diğerinde ise; her şey yolunda giderken, durduk yerde saldırıp, insanları katleden, evleri yakıp yıkan, çirkin, kaba, kötü kızılderililer vardır.
Bu öyle bir taraflı anlatılır öyle bir süslenir, püslenir ki kim seyrederse seyretsin amerikalıların tarafını tutup kızılderililere karşı nefretle dolar.
Burada, eski türk filmleriyle, amerikan kovboy filmleri arasındaki en büyük fark, kovboy filmlerinde anlatılan “kötü”lerin çoğul olmasıdır ve hiç birini birey olarak ayırmadan genel bir ırkı komple kapsar.
Bizim filmlerde zengin, güzel kızın parasına göz diken ve aşk numaralarıyla tuzaklar kurmak için birden ortaya çıkan kötü adam herkes olabilir.
Amerikan kültürünü tüm dünyaya “adaletli mazlumların intikamı” olarak lanse eden kovboy filmleri ise bireyle ilgilenmez ve sadece propaganda amaçlı sahte kurgular yapar.
Kendisini koskoca kıtayı katletmemiş, kızılderilileri yarı hayvan yarı insan sınıfına sokmamış, dünyadan bi-haber zavallı ve masum kızılderililerin köylerini yakıp yıkmamış ve tek bir canlıya zarar vermemiş gibi gösterir.
Sonra durduk yerde saldırıya uğramış zavallıyı oynayarak bütün dünyayı yalanlarla ördükleri, duygu sömürüsü bu filmlerle yanlarına almaya çalışarak, tam anlamıyla “yavuz hırsız, ev sahibini bastırır” atasözünü binlerce kez dünya kamuoyu önünde canlandırır.
Ondan sonra da efendim neymiş, amerika karşıtlığı gittikçe yükseliyormuş...
Kardeşim benim amerikadaki sıradan insana bir şey dediğim yok. Ben senin yaptığın zulümlere, adaletsizliğe, yalancılığa karşıyım. Amerikalı sıradan vatandaşla işim olmaz olması da saçma olurdu zaten.
Kötülük, hırs, sonuçta “kazanmak için her yol mübahtır” düsturunu felsefe edinen kim olursa olsun ben ona karşıyım. Bilemiyorum bu adalet ve hak kavramı biz doğulu toplumların ruhunda nasıl böyle yer ederek karakterimizin ayrılmaz parçası olmuş...
Yüzlerce yıl öncesindeki binbir gece masallarından tutun da batıya olan tutkusu hayranlık seviyesine gelmiş bilinçsiz diyebileceğimiz cahil bir gencin yüreğine kadar nasıl girmiş bu yüce duygular anlayamıyorum.
Batılı yaşam tarzı maddiyatçı ve bencildir. bütün kültürleri bunun üzerine kuruludur. Bu toprakların yoksul insanları ise öleceğini de bilse son kalan bir dilim ekmeğini, bir yudum suyunu “onun da hakkı var” diye karşısındakiyle bölüşmeden edemez.
İş yerinde bir abimiz psikologla yaptığı görüşmelerinde, psikoloğun kendisine “hiç bir şeye aldırma, seni kızdıran ve üzen bu hak ve adalet kavramıdır, yeryüzünde böyle bir şey yok. buna inanıp, ona göre yaşayıp niye haksızlık yapılıyor diye kendini üzüp sinirlendirme” demiş. Ruh hastası bir ruh doktoruyla karşı karşıyayız. Batı temelli eğitimin ayrılmaz parçası olan psikolojinin batı toplumlarını biçimlendirmek için yaptığı akla eza akıl oyunlarına bakar mısınız? Sen, şundan şundan sinir stres oluyorsun, üzülüyorsun çaresi kolay öyle bir şey yok üzülme. Vay bee. Osuruktan bir strese insanlığı silip attı koçum psikolog. Bunların bilimi de yalan dolan ve direkt kendi çıkarına çalışıyor, birey için toplumu yok ediyor.
Zaten batının bilimsel zihniyetinde kendileri dışındaki dünyada kimseyi insan yerine koymazlar ki vicdanımızı ruhumuzu araştırıp derinliklerindeki insanca duyguları anlasınlar...
Onlarda insan dendiğinde ilk akla gelen sarışın, mavi gözlü, uzun boylu, ingilizce konuşan, eğitimli beyaz ırktır. Biz de ise yanımızdan geçerken şöyle bir başıyla selam veren herkes insandır. Nereli olursa olsun, kim olursa, ne olursa olsun hemen dünyamızda ona bir yer açarız.
(bu arada geçenlerde okuduğum bir yazıdan öğrendim, dünyanın en ünlü sarışını marilyn monroe sahte sarışınmış, yani adamlar cilalı imaj devrini çok erken başlatmışlar.)
konu konuyu açıyor sahte sarışın, cilalı imaj falan dedim de aklıma yine bir sürü şey geldi.
Avrupanın çok lüks ambalâjla teneke kutularda satışa sunduğu, tereyağı (esansı) kokulu, pahalı büsküvi ve kurabiyeleri vardır.
Adamlar öyle bir ambalâj yapıp öyle bir pazarlamaya gitmişler ki “bu güne kadar hiç yemediğim kadar güzel bir şey olsa gerek” diye düşünmenizi sağlıyorlar ve ürünü kaliteli sanıp alıyorsunuz.
Dışıyla da iş bitmiyor, kutuyu açıyorsunuz içinden bir sürü kağıt, naylon ayraç katlar çıkıyor, tek tek kağıtlara sarılmış kurabiyelere ancak ondan sonra ulaşıyorsunuz ama kurabiyelerde iş yok.
Bizimkilerin artık bunları değerlendirip, dünyaya bu şekilde açılmayı öğrenmeleri lâzım. İç piyasada fiyatlar yükselmesin diye ucuz ambalâja yönelmelerini anlıyorum ama kalitesi tartışılamayacak kadar iyi olan Ülker ve eti yaptığı ürünleri bu tür ambalâjlarla ihraç ederse ne almanya’da, ne fransa’da millet başka bir şey yemez derim.
Bunlar işi öğrenmişler: “her şey görünüşte güzel olsun, gerisi hiç önemli değil. Dışarıya karşı böyle bir cilalı imaj yaratalım, milleti kazıklayalım” bir yaşam tarzı olmuş.
Yani yine kazanmak için her şey mübah mantığı.
Aynen afrikalı, amerikalı yerlilere incik boncuk dağıtıp ellerinden elmasları, altınları aldıkları gibi (ver elindekini, seni ağırlıktan kurtarayım hesabı) diğer durumlarda da (özellikle özelleştirmede) bu alışveriş mantığını uygulamaya devam ediyorlar.
Filmleriyle, edebiyatıyla, demokrasisiyle her şey yolundaymış gibi durumu güllük gülistanlık gösterip, acı gerçekleri saklayabilmek için göz boyamaktan başka bir şey değil yaptıkları.
Bizler, artık bunları görelim. kendimizi küçümsemeyelim.
Binbir gece masallarında zalim kral ve askerlerine karşı sadece kendine güvenerek doğrudan, güzelden şaşmayan o tek, o yalnız ve hiç ümidi kalmadığı anda inandığı hak ve adalet için savaşıp masalın kahramanı olan aşık genci gerçek hayata taşımak bizim elimizde.
Yarışmak için değil, koşmanın zevkini çıkarmak için Hoplaya zıplaya koşanlara, birilerine yaranmak için değil gerçek yüzüyle kendini anlatmak için yazanlara selam olsun...


ONALTIKIRKALTI

16 Haziran 2005 Perşembe

en iyi 10 kitap mı? o ne o öyle?

anahtar sözcükler: boris vian, ferhan şensoy, Yaşar kemal

Mrb. yalnız dünyamın seyir defteri.

Küçüklüğümden beri dikkat ederim, yazan çizen hemen herkesin bir günlüğü olur. Bazen de başkaları, yazarın söyledikleriyle ilgili bir şeyler açıklarken; “yazar zaten günlüğünde de şöyle şöyle demiş.” diye günlükten alıntı yapar. Sanırım senin pek böyle bir şansın olmayacak, çünkü benim yazdıklarımın pek bir fikri ya da edebi değeri yok. Öylesine takılıyorum.

Sen, yalnız kalmak istediğim zamanlarda herkesten kaçıp saklandığım boş bir oda gibisin. Evet boş, gizli bir oda ve ben kendimi buraya kapatıp deliler gibi kendi kendime konuşuyorum.

Saul Bellow, ’76 da nobel edebiyat ödülünü kazandığı günlüğü “Boşlukta sallanan adam”ın girişinde şöyle demiş: Kişinin kendi kendisiyle sık sık konuşma alışkanlığına sahip olduğu bir dönem vardı ve iç dünyasıyla ilgili olayları belgelemek utanç verici değildi. Oysa bugün, günlük tutmak kişinin kendine yenilgisi olarak nitelenecek bir zayıflık ve küçümsenerek değerlendirilen bir zevk sayılıyor.” Evet bazı insanlar günlük yazmayı böyle görecek, bazıları da buna rağmen Saul Bellow gibi yazmaya devam edecek. Ben de onlardan, yani yazanlardanım. Günlük hayatta konuşabilecek kimse kalmayınca böyle oluyor demek ki.

Eh bize de nobel verecekler diye bir şey yok zaten (ödül istiyorsam iki gözüm önüme aksın ama el insaf bari bakkala olan borcumu ödesinler, alooo nobel ödül komitesiii... kime diyorum... :) Tabii ne yahudiyiz ne anglosakson, bize gelince peynir tenekesinin kapağını bile çok görürler. Olsun ödül mödül vermesinler, ben yine de yazarım.

Bir de ben yazıp çizmeye devam edip bir sürü kitap yayınlarmışım, bir de ölünce adıma vakıf kurarlarmış. O vakıf da edebiyata yaptığı katkılardan dolayı “nobel ödülleri düzenleyicileri”ne bir ödül verirmiş :) eee etme bulma dünyası kardeş, böyle verirler işte ödülü adamın eline...) biraz fazla attık galiba... olsun atmak da iyidir ne varsa aklımda yazıyorum işte. Alla alla sen yap dinamiti, bombayı uçur köprüleri, yolları ondan sonra al sana ödül... hadee, hadeee patron yok, patron... (dilenmek için dükkânlara girenleri, sadaka vermeden başlarından savmak için böyle derler ya:) )
Neyse ben işime bakayım (işsizlikten iş yaratıyorum ben de, ama yok, çok işim var aslında. Biraz dinleneyim diye yazıyorum. Hani nasıl; koşan, top oynayan sporcuların en fazla yorulan yerine, koluna bacağına masaj yapılırsa ben de bütün gün yazıp, çizince (gerekli, gereksiz herşey için düşündüğümden) en fazla yorulan yerim beynim olduğundan beynime masaj gibi geliyor.)

Yazmanın çizmenin dışında başka işlerim de var tabii... Mesela buluşlar yaparım kendi kendime. Ama öyle hemen aklınıza gelen türde, dünyayı değiştirecek şeyler değil, koftiden de olsa, sıradan ve basit de olsa yararlı güzel şeyler ya da eğlenceli numaralar (ilerde bunları da yazarım). (bu arada teknolojisini tam çözemediğim için gerçekleştiremediğim üç boyutlu halogram tv gibi buluşlarım da yok değil ama :) neyse işte elimizdeki imkânlarla bu kadar oluyor)

Geçenlerde yine böyle düşünerek otobüste gidiyorum. Geçtiğimiz yerlerde bir evin camındaki kiralık ilanı dikkatimi çekti. “ .......... emlak’tan kiralık” yazısı ve bir de telefon var. Kardeşim ben kiralık ev arasaydım, sana telefon etseydim, nasıl anlatacaktım derdimi? Yok orası, yok burası, yok, yok ikinci kat değil... bir saat telefonda konuşacaktık, adresi tam olarak bilmem zaten mümkün değil. hadi bu biri, ya diğerleri? Hepsi öyle... Yaz şunun altına bir numara 145 gibi örneğin, ben de sana söyleyeyim yazdığın numarayı, bak sen de kayıtlarından, şıp diye söyle neyin ne olduğunu. Eminim kiralık ev arayanlar anladı benim ne demek istediğimi. Oh be, şöyle yaaaa...

Kanada da kardeşim gibi sevdiğim bir arkadaşım var (uğur). zamanında birlikte çalışıyorduk o gitti okudu kurtardı kendini. şimdi ara sıra mail atıyoruz birbirimize, yine sormuş bu bana; abi kitap alacağım, ne alayım, ne okuyayım? eh tabii ki bu soruya herkes kendince bir cevap verebilir ama iş bu kadarla bitmiyor ki bir de eklemiş “en iyi ilk on kitap listesi yapsan neleri koyardın?”...

Haydaaa şimdi laf mı bu, herkesi dönem dönem etkilemiş bir yazar vardır. Beğense de beğenmese de arkadaş gibi sarılır ona, ne yazdıysa ya da yazmışsa alır okur. e şimdi ben beğendim diye bakalım sen beğenecek misin?

Ben de bir aralar böyle ferhan şensoy abimin gazına gelip boris vian’ın tuvalet duvarına yazdığına varıncaya kadar, ne yazmışsa bütün (türkçeye çevrilmiş) kitaplarını bulup okudum. Eh ne yalan söyleyeyim kimini beğendim, kimini beğenmedim ve hatta yalan söylemeyeyim bazısını da tam olarak (o zaman ki yaşım gereği olsa gerek) anlayamadım. Ama mecburmuşum gibi boris vian’ı hep sevdim (niyeyse?).

Adam sürrealist yani gerçeküstücü, o dönemde öyle bir dadaist fırtına esmiş, (hani dünya savaşlarla çalkalanıyor, insanlıktan eser yok. Bunlar da; madem insan bilinciyle, aklıyla böyle kötü şeyler oluyor, biz de protesto etmek için, bilinçsizce; aklımızdan ne geçerse, içimizden nasıl gelirse öyle yazalım, aman bilinç bizden uzak dursun, insanlığın halini görüyoruz, işte bilinçle ne hallere geldi” demişler. ve sürreal yazını o dönem moda yapmışlar.) ferhan abim de adamı, fransa’nın içinde bulunduğu kültürel havayla birlikte kabullenip bağrına basmış.

Basmış ama ferhan abimizin bütün kitaplarını okudum ve fikrim şu ferhan abim boris vian’a on basmış valla... bana göre öyle, başkası ne der beni ilgilendirmez. Ben kendi fikrimi söylüyorum. Ortada İki kitap olsa; biri ferhan şensoy’un, biri boris vian’ın ben ferhan abimizin, fışkıran zekâsından kapağı kapanmayan kitaplarını tercih ederim.

Tamam boris vian da bir yazar ve bir döneme imza atmış ama ben artık beğenmiyorum ve al bak çok beğendim bunu oku diye önermem. Haaa yine 18 /20 yaşlarında olsam yine o zamanlarda olduğu gibi yine adamı çok sevsem, o zaman sorsa, bak işte o zaman boris derdim. zaten demek istediğim de buydu zamana göre, yaşımıza göre, gittikçe artan bilgi ve tecrübelerimize göre beğenilerimiz de doğal olarak değişiyor.

Boris vian gerçeküstücü (yani dadaizmin edebi uzantısı) romanlarında, ya gökyüzünde iki güneş birden doğuyor (günlerin köpüğü) ya da çölde yaşanan bir aşk hikâyesinde, rakiplerden biri diğerini öldürünce anlıyorsun ki ölenle öldüren aynı kişi de, adam güya kendi kötü yanını temsil eden ikinci kişiliğini öldürmüş de (pekinde sonbahar) falan filan. diğer kitaplarında da üç aşağı beş yukarı konular farklı da olsa hayalgücünü zorlayan gariplikler birbirine benziyor (bkz. Bir karakedi için blues)

Her dönem beğendiğimiz bir yazar olmuyor mu? Oluyor... e onlar da zaten ferhan abi gibi kendini geliştirerek yazanlar. 1980’lerin ortasında “gündeste” çok güzeldi, kendimi aynen oradaki aşkın içindeymiş gibi hissedip hem okuyup, hem ağlıyordum (ki o zaman ben de, ulaşamayacağım bir aşkın pençesindeydim ve mektuplar, zarflar, postaneler arasında can çekişiyordum) 2005’e geldik şimdi de son olarak “hacı komünist” var. Bunu da ferhan abi karşımda anlatıyormuş gibi gülerek ve düşünerek iki gecede soluksuz bitirdim. Hah bakalım şimdi ben seviyorum diye sen sevecek misin?

Zaten bu ilk on nedir yaa... yüzlerce kitap okursun okumayı bir ihtiyaç olarak hissedersin. ne bulursan okursun ve belki de okumayı iş edinirsin hayatının bir parçası olur. O zaman okuya okuya kendin bulursun kendi ilk on’unu.

Bir sürü kitap bir sürü yazar var aklımda ama hangi birini söyleyeyim? Her birinin yeri ve önemi ayrı. Acaba listeye alamadığım yüzlerce yazardan hangisine haksızlık etmiş olurum. Belki daha en baştan, benim sevdiğim yazarların anlatımlarına yansıyan siyasi görüşlerine önyargıyla yaklaşacaksın sonra da yazdıklarını beğenmeyeceksin. Belki de hep yabancı yazarları okuyarak alıştığın çeviri türkçesinden kurtulunca, yazarın kendi diliyle kendi anlatımı sana fazla gerçekçi gelecek. (bu yüzden Türk yazarları bu işin dışında bırakıyorum)

Amaaaaan ne bileyim ben be, o kadar bilsem eleştirmen olurdum. Neyse işte onu mu yazayım, bunu mu yazayım derken aklıma gelenleri (ilk on sıralaması olmasa da en başta hatırladıklarımı) yazdım. ne yalan söyleyeyim gerçekten çok sevdiğim kitaplardı bunlar yani okumaya başlar başlamaz insanı saran ve hiç ara vermeden bir çırpıda okunup bitirilmek istenen kitaplar.

Bunların haricinde dil ve anlatım olarak Yaşar Kemal’in ince memed’ini önerecektim ama bana söylediler de, o kadar duydum da okudum mu sanki? Hep yerli yazar diye (salaklığıma doymayayım) gençken burun kıvırdık, hep bildiğimiz konular diye önemsemedik ama işimiz yazı olunca Yaşar Kemal’in ne yaptığını, nasıl yazdığını ve neden önemli bir yazar olduğunu, ancak 30 yaşımızda anladık.

İnce memed’i okumaya başladığımda adam beni mahvetti herhalde öyle bir türkçe ve öyle bir anlatım için on fırın ekmek yemem lâzım... Bitirdiğim de ya bir daha böyle bir kitap bulup da okuyamazsam diye korktum resmen.

Geçelim aklıma gelen en güzel kitaplar listesinde hangi kitapları yazdığıma. Fakat üzülerek görüyorum ki bazılarının ismini, bazılarının da yazarlarını hatırlamam mümkün değil kitapları hatırlarsam daha sonra internetten yazarlarını da bulabilirim ama 20 sene önce okuyup şimdi hiç hatırlamadıklarım ne olacak? Artık onları da zamanla karşıma geldikçe hatırlarım.
Bir de Türk yazarları özellikle yazmadım bence hepsi okunmalı ve beğenilen yazarların diğer kitaplarına devam edilmeli sonuçta bizim kültürümüzü, bizim hayatımızı yazıyorlar ama hepsi öylesine farklı anlatıyor ki kendimizi anlamamız için mutlaka bunları da sağcı-solcu, eski-yeni demeden okumalıyız.

Okumalıyız ki şu anda bulunduğumuz yere nerelerden, neler atlatarak gelmişiz, nerede nasıl yaşanıyor ve her gün yanyana olduğumuz diğer insanlar neler düşünüyor anlayalım. Tabii bir de medya desteği ile isim yapanlara karşı dikkatli olalım ve biraz seçici davranalım derim. (son olarak şunu da unutmayalım ki kitabın güzeli çirkini olmaz ve her insanın yaşadığı döneme göre etkilendiği bir kitap vardır benimkiler de işte böyle ama her okuduğun kitapda bir sonrakini merak ettirecek kadar güzel onuda söyleyeyim...) evet gelelim listeye.

En güzel kitaplar listesi
1- koku - patrick süskind
2- Gözlemevi Hikayeleri - Edward Carey
3- Akşam yemeği - Michael tournier
4- Simyacı - Paulo Coelho
5- Pancarın Dansı - Tom Robbins
(parfümün dansı diye sonradan ismini değiştirdiler)
6- Boyalı Kuş - Jerzy Kosinski
7- Pokerde Kazandığım Adayı Yeğenime Bırakıyorum - David Forrest
8- Küçük prens - Antoine de Saint Exupéry
(çocuklar için olan eksik ya da özet basımları değil)
9- Böyle Buyurdu Zerdüşt – Nietzche
10- Çıplak Maymun ve İnsanat Bahçesi - Desmond Morris
(birbirine bağlı iki kitap diye ikisini birden yazdım)

iki tane de yedek yazdım
A- Sofinin Dünyası - Jostein Gaarder
B- William Golding - Sineklerin Tanrisi

ONALTIKIRKALTI

10 Haziran 2005 Cuma

Şikâyet mi? Asla...

anahtar sözcükler: bilimadamı, günlük, Türkçe

Valla bilemiyorum, buraya bir ısındım, pir ısındım. Artık adı günlük mü olur, blog mu denir (yoksa benim not defterim mi oldu burası) adını bir türlü koyamadığım bu yer bana ayrıldı diye her şeyi yazabileceğim bir yer mi bakalım? Günlükleri çekici kılan (eline geçirdin mi sahibini tanıman için) binbir ipucuyla gizli dünyaları ortaya sermesidir. E peki buradaki günlüklerde kim kimdir bilmediğimize (bilsek de tanımadığımıza) göre günlükleri karıştırıp, kontrol ederek, acaba neler yazmışlar diye merak etmek niye? (kendi kendimi fitil ettim, kendimi “kendi üzerime” sürmek üzereyim, hadi hayırlısı...)

Yoksa genelde inanılan bir düşünce vardır o yüzden mi günlüklerin içi kurcalanıp duruluyor yoksa? (Hani şu kendi kendine yazarken nasıl olsa kimse okumayacak diye düşünerek) Günlüklerde insanın kendine bile itiraf edemediklerinin yazıldığı düşüncesi, acaba kendinden sakladığını bile yazarsa biz de okur öğreniriz bakalım neler yumurtlamış diye mi merak eder insan bu tür yazıları?

Yazmışsa kendine yazmış allaalla (-2h) bana mı yazmış sanki, niye merak edeyim diyen de vardır elbette... ama ben kendi yazdıklarıma şöyle bir bakıyorum da sanki başkaları da okuyacak diye özellikle yazmışım gibi; bir anlatmışım, bir anlatmışım... peh, peh, peh... her okuyan “madem bu kadar meraklıydın da, ne diye dergiye, gazeteye yazmadın?” kardeşim demez mi? Der. Valla ben oralara da yazıyorum ve göya (-ü +ö) oralarda yazdıklarımdan daha değişik daha serbest olsun kafama göre takılayım ve hatta saçmalayıp deli gibi bir bilinç akışı (deli gibi aklına geleni yazma anlamında-dadaist hesaabı(+a)-) gerçekleştireyim diye yazacaktım. Ama bir türlü düşündüklerimin dışına çıkarak serbest çağrışımla bir şeyler oluşturamadım. Ya memleket meselelerine takılıyorum ya gazete de okuduğum bir haber beynimi dürtüklüyor, sonuçta oturup izah etmek zorunda kalıyormuş gibi yazılar çıkıyor ortaya.

İşin kötüsü burada yazdıklarımla, yazdığım türe yakın bir edebi yaklaşımım da yok ki normalde yazdıklarıma bir ön çalışma olsun ve bana da bir faydası dokunsun. Hah! al işte bir de insanoğlunun böyle bir şeyi var (bari bana bir faydası olsun). Geçen gün yine gazetede bir haber “israilli bilim adamı su altında tüpsüz nefes almamızı sağlayacak bir cihaz yaptı.” Suyu oksijene çeviren bu buluşla insanoğlunun denizlerdeki kaderi değişecekmiş. Hay allahım ya. Hemen insanın aklına “Ya kardeşim zaten onun için oksijen tüpü yok mu?” sorusu geliyor.

“Bu başka.”
Niye?
“Tüpe gerek yok.”
E olsun bu da pilli, şarjlı falan bir şey işte (sonuçta yine bir donanım sayılır) ve yanına almak zorundasın.

Geldik mi en başa “bana bir faydası olsa bari”. (İsrailli kardeşim sen çölün ortasındasın denizde hava almayı niye düşünüyorsun? Hayal gücün bu kadar genişse ya şair / yazar ol ya da bildirgeç’te yaz.
Yok ille de ben bilim adamıyım diyorsan o zaman yiyorsa bulduğun cihazın tam tersini yani havayı suya dönüştürenini yap :)
Ne oldu?
Yaaa bak allah adamı çarpar böyle cevap bile veremezsin.—adam bunu okusa “ne hastalar var kardeşim ya.” derdi:) herhalde-- )

Bak yine oldu. Kafama göre takılayım ööyle (+ö) aklıma geleni yazayım diyorum gözüme bir şey takılıyor, hemen aklım ciddi konulara kayıyor. Bu bilimadamı lafı (sanki bana dertmiş gibi) benim için önemli bir kelime. Şimdi bu da nereden çıktı dememek lâzım bazı elemanlar bunu ısrarla biliminsanı olarak yazıyor. 40 yıllık kelime kardeşim niye ayarınla oynuyorsun diye itiraz edince de cevap hazır “bilimkadını da var, biliminsanı hem erkeği, hem kadını kapsıyor yoksa sen cins ayrımcısı mısın?” hadi (-y) buyur burdan yak.

Kardeşim sen nereden geldin allahaşkına, bu ne demek şimdi? (yetişmiş adamlar pahalı diye yeni yetme iki stajyere çeviri yaptıran) Bir iki belgesel kanalı böyle bir kelimeyi üstüne basa basa iki de bir söylüyorsa bu saçmalığı niye kabul edeyim. Bu diretmedir, “ben yaptım oldu”culuktur, bilgisizlik ve cahilliktir. Peki o zaman, sen bir kelimeyi, deyim gibi genel anlamıyla algılayamıyorsan, birleşik bir kelimeyi yanlış anlayarak parçalara bölüp ayrı ayrı değerlendiriyorsan benim suçum ne?
O zaman yine deyim gibi yerleşmiş bir tanım var “insanoğlu” onu ne yapacaksın? (kapak olanı en son söyleyeceğim) e şimdi oldu mu bu? bak bunu da yine cins ayrımcıları, kadın düşmanları yapmış gördün mü? Ne yapacaksın şimdi “insaninsanı”mı diyeceksin? Ne oldu?

Uymadı mı? Pekiii (+2i) ya “balıkadam”a ne diyeceksin? “balıkinsanı”mı a şaşkın... Bu da sana kapak olsun:) ----
----hadi bakiim dolaşma buralarda “avro, avro” görmiim bi daa.----
Ya sanki beni delirtmek için böyle acayip şeyler gözüme batıyor, biliyorum gözüme batıran da yine benim ama ne yapayım kardeşim tutamıyorum kendimi:) şimdi ne alâka, niye güldün diye merak eden de olur “tutamıyorum kendimi” diyince aklıma bir şey geldi; bilen bilir bu sirkeci-halkalı arasında tren seferleri vardır, fakat trenler ve raylar sistem, bakım olarak biraz eski olduğu için de bindiğinizde sesten duramazsınız (ki ben bu sesi severim) ama bu sesler öyle torna atölyesi gibi kuru gürültü değildir. sanki kumkapıdan çingene tayfasını toplamışsınız da onlar çalıyormuş gibi bir cümbüş ki sormayın. Ças taka ças tak çıs tıka çıs tak.... Ben küçükken (menekşe plajına gittiğimiz zamanlar) trene bindiğimizde, zaten kırk yılda bir, bir yere giden kadınların az sonra sahip olacakları deniz neşesi trende patlak verirdi. Kendini “çıs tıka, çıs tak” sesleriyle dolu bu cümbüşe kaptırarak, vagondakilere aldırmadan ortaya atıp göbek atanlar, tren bir istasyona yaklaşıp da sesleri azalttığında yerine otururken çevreden bakanlardan biraz olsun utanıp, kendini savunurdu “ne yapayım kardeşim tutamıyorum kendimi.”

İşte ben de böyle tutamıyorum kendimi. Kendimce bir haksızlık, bir yanlış görmeyeyim kafamda çalmaya başlıyor benim çıs tıka çıs tak’lar... yazı yazıp para kazandığımdan mı bu kadar türkçeye sahip çıkıyorum? (daha elli kuruş aldımsa ekmek, musaf çarpsın) Yok valla ama belki de şunu farkettim; kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen avrupa felsefesinin zihniyetiyle (medya pompalamalarıyla) bize öğretilmeye çalışılan “kendimize ait ne varsa hepsi kötüdür, bizim milletten bir şey olmaz” düşüncesi, yerleşmesini derinleştirip, beyinlere kazındıkça durumumuz daha da kötüye gidiyor.

Kardeşim sen burdan yetişmedin mi? Ben buradan yetişmedim mi? İyi kötü bir öğretmen, bir “sokak” yok muydu? Bu gün buradaysak bunu neye borçluyuz? Evet yüzbin kere allah kahretsinki, evet, binlerce eksiğimiz var. Ama bunları biz düzelteceğiz, sen ve ben. Kendimizi kötüleye, kötüleye bir şey olduğu yok, hep aynı hatta daha da kötü oluyor. E bizi toptan kurtaracak dışarıdan birileri de gelmeyeceğine göre ayılıp kendimize gelelim. Bunu yaparsak biz yapacağız.
Ben de aynı şeyleri yaşıyorum, aynı ülkenin aynı sokaklarında dolaşıyorum ve bana da çok haksızlıklar yapıldı ama bunlarla mücadele edeceğimize sadece söylenip durmak, kötülemek, küçümsemek bize hiç bir şey kazandırmaz. Artık şikâyeti bırakalım, şikâyet ettiğimiz şeyleri düzeltelim... Trafiği kötü, beğenmeyebilirsin, iş ortamı, çalışma koşulları, para durumu kötü beğenmeyebilirsin ama hiç bir suçu olmayan dil, türkçe onu niye beğenmiyorsun kardeşim onu da toplum olarak sen bu hale getirmedin mi?

Neden insanlar konuştuğu dili küçümseyen fikirleri destekler bilemiyorum. Söylenenlere cevap vermeye çalıştıkça, kendi kendime de kızmıyor değilim ama ne yapayım ki söylediklerimin arkasında durarak bir şekilde yapılan yanlışı da göstermem gerekiyormuş gibime geliyor. Bugüne kadar tartışılan konulara şöyle bir üstten değinecek olursak: Kimi sözcük sayısının yetersizliğinden bahsediyor (bunun sayıyla değil de kullanım şekliyle ilgili olduğunu bir sürü örnek verip anlatmaya çalışmıştım), kimi dil içinde zamanla artan yabancı kelimelerden dem vuruyor. “Yabancı kelimeleri çıkartın bakalım nasıl konuşacaksınız elinizde kalanlarla” diyen bile var.

Ah be güzel kardeşim bu kadar tartışmayı, bu kadar konuşmayı ve hatta hatta “bu dilin yetersizliğini” savunurken bile yine “yetersiz bulduğun bu dil”i kullanarak fikirlerini bize aktardığını farketmiyor musun? Hani bu dil yetersizdi, fakirdi. Nasıl bütün bunları aktarabildin? (Hem de tek kelime bile yanlış anlaşılmaya neden olmadan.)
Her şeyden önce bilelim ki bizim dilimiz geri kalmış (100 kelimeyle idare eden) kabile dili değil. Bunu, sıradan bir edebiyat ansiklopedisindeki yüzlerce isme ve yarattığı binlerce esere bakarak kolaylıkla anlayabiliriz. Yeni kurulmuş bir sömürgenin, zorla dayatılan kopya dilini de kullanmıyoruz. (ingiliz sömürgelerinde ya da fransız sömürgelerinde konuşulan yapay diller gibi 50 yıllık çok kısa bir geçmişimiz yok.) Neredeyse 500 / 750 yıldır (hatta daha da eskiye dayanan) kullandığımız kelimeler var. Yabancı kelimeler günümüze özgü bir sorun değil arap yarımadasındakilere yaklaşmışız onlardan birşeyler almışız, akdeniz’de ticaret sayesinde bir kültür alışverişi olmuş onlardan da bir şeyler almışız. Osmanlı kendi bünyesindeki azınlıkların kullandığı dilleri küçümsememiş, yasaklamamış onlardan da birşeyler almışız.
Bu yetersizliğe değil gelişmeye açık olmaya, diline, kültürüne güvenmeyle ilgili bir şey. (Adam karşısındakine saygı duyuyor ve pilaki’ye pilaki diyor. Madem onların kültürüne ait, madem onlar yapmış ve bu şekilde isimlendiriyor çalıp da “zeytinyağlı fasulye” demeye gerek yok diye düşünüyor.) Bu şekilde birbiriyle kaynaşmış kültürler arasında olabilecek en doğal şey, diller arası etkileşimdir. Yüzlerce yıl araplarla bir arada yaşayıp da tek kelime almasaydık esas bu garip olurdu. Böyle olmasını beklemek ırkların ve toplumların kültürünü bilinçsizce küçümsemekten başka bir şey çağrıştırmadığı için bu tür görüşlere olumlu yaklaşamıyorum.
İngilizcenin alt yapısını ve etkilendiği dilleri eleştirmek ne kadar anlamsızsa türkçeyi beğenmeyip fakir bir dil tanımlaması yapmak da o kadar anlamsız. Millet olmayı, devlet kurarak resmileştirebilen tüm uluslar, yaşadıkları çağa göre sahip oldukları kültürel birikimlerini hem edebi, hem bilimsel eserler vererek göstermişlerdir. Herhangi bir ulusu, devleti ya da milleti sahip olduğu kültür, ekonomi, eğitim, toplam gelişmişlik düzeyi gibi sahip olduğu özelliklere göre derecelendirmek mümkün olsa da bu en üst sıralarda olmayanları küçümsemeyi haklı kılmaz.
Evet bir ülkedeki tiyatroların sayısı, okuma yazma bilenlerin oranı, uluslararası camiada yayınlanmış bilimsel makalelerinin sayısı, gazete ve kitap satışları düzeyi bir ülkenin eğitime,bilgiye olan tutkusunu az çok göstermeye yarar ama bunlar tek başına bir gösterge olarak ele alınabilir mi? Karşımızdaki bir insana: boyuna, kilosuna, mesleğine ve giydiklerine göre önyargıyla yaklaşmamız nasıl ki yanlış olursa bir ülkeyi de verdiği eğitime, eğitimle ürettiği bilime, bilimle oluşturduğu teknolojiye, teknolojiyle buluşturduğu pazarlamaya ve tüm bunların düzenlemesini yaparak dünyada sayılı ekonomiler arasına girmesine bakarak onların haklı (ya da haksız) bu başarılarını ölçüt alıp kendi durumumuzu değerlendirerek dilimizi küçümsemek de yanlış olur inancındayım.
Dil bir araçtır iletişimimizi sağlar, ister afrika’da “dikkat arkanda fil var” dememize, ister amerika’da “borsada endeks tavan yaptı” dememize yarasın, işlevi değişmez. Kullandığımız dil, aklımıza gelebilen her şeyi bir başkasına aktarmamızı sağlayabiliyorsa işlevini yerine getirebiliyordur ve yeterlidir.
Yabancı kelimeler konusuna gelince; Afrika’daki adamın eline bir “gps” (global position system – küresel konum sistemi) aleti verdiğimizde (o aleti oluşturan temel sistemi geliştiren bilim adamları kendi dillerini konuştukları için bu aleti de doğal olarak kendi kullandıkları kelimelerle isimlendireceklerdir) önemli olan evrensel kullanıma açılıp pazarlanmış olan bir teknolojiye, aldığı eğetimle yabancı kalmayarak bu aleti doğru şekilde kullanmasıdır. Yok eğer ille de kullandığı alete (ya da aletlere) verilen ismi yabancı kelime diye içine sindiremiyorsa önce avrupalıların afrikadaki madenleri ele geçirmek için bilerek yarattığı kabile savaşlarına son verir ve oturur kendisi bilim geliştirecek seviyeye ulaşır yapar aletin en güzelini “dikkat arkanda fil var” demeye gerek kalmaz fil yaklaşınca alet sinyal verir aletin ismini de kendi koyar kimse karışamaz ( eeee, başkasının çocuğuna isim koyabilir misin? Çocuk senin olursa ismini de sen koyarsın tabii).
Tüketim toplumlarının bir ayrılmazı olan teknolojinin sahip olduğu pazarları koruyabilmesi için strateji olarak bütün dünyaya açılması kaçınılmazdır. Teknolojiyi yaratanlar sağlık ocağı ya da okul olmayan en ücra köye uydu anteni pazarlayabildiği sürece kullandığımız alet edevat ve teknik terimler de tabii ki onların verdiği isimleri taşıyacaktır. Walkman’i içicek suyu olmayan etopyalı da biliyor isveçli emekli memurda. İkisi de buna walkman diyor bu da doğal olanıdır. Zaten dili korumak dilde jandarmalık yapıp sadece her yabancı kelimeye karşılık kullanılması istenileni zorla kabul ettirmekle olacak bir şey değildir. Dili bir ülkenin tüm bileşenleri içinde (eğitim, kültür, teknoloji, ekonomi) onunla birlikte gelişen bir organ olarak görebilirsek yapılan zorlamaların ne kadar anlamsız olduğunu da anlarız.
Eşitlikçi bir yaşam politikası güden, eğitime önem veren, kültürel donanımı yayarak destekleyen, teknoloji üretebilen, ekonomisi güçlü bir ülke haline geldiğimizde dilimiz de bu gelişmelere bağlı olarak zenginleşecektir. Tarım kökenli üretimimizi yok sayıp teknolojide para var diye sanayiye yönelirken gerekli altyapıyı oluşturmadan herkesin peşinde koşarsak yapabileceğimiz de en fazla montaj sanayiinde ucuz eleman sağlayan ülke yaratmaktan öteye gidemez.
Demek ki dili sevmek sadece kelimeleri korumayla yabancı kelimelere karşı düşmanlık yapmayla olmuyormuş. Dile sahip çıkmak için onu bozan, yıpratan etkilerin nedenlerinin farkına varıp, gereken politikalar izlemek gerekiyor.
Zaten bunu sadece dil için değil bu ülkede yaşayan herkes için zorunlu olarak yapmamız gerekiyor. Dilimiz arı bir biçimde olduğu yerde dururken insanlarımız dünyadaki bütün gelişmelerin dışında kalırsa bunların da sonucunda ekonomik yaptırımlarla açlık sınırlarının altında, patlayan çöplükleriyle gecekondu mahalleleriyle dünyaya rezil olursak. Dilimizle mi övüneceğiz?
Dil toplumun parçasıdır, başarılı toplumun dili toplumla birlikte yücelir. Dilsiz toplumlar kendi başına bir şey ifade etmeyerek çöküşe doğru hızla ilerlerken, toplumu tarafından ilgisiz kalan diller de yok olmak zorunda kalırlar. Dil meselesine önem verenlerin, bu aşamada yapması gereken şeylerin başında, (toplum altyapısının özenle yeniden inşa edilmesine kadar geçecek sürede, şu anda olup bitenin farkına vararak) dilimizi küçük ve fakir bir dil olarak göstermeye çalışanların etkisinden kurtarmak gelir. Bizler kullandığımız kelimeleri, tanımları değiştirdik, yenilerini yarattık, sildik, düzelttik ve bu günlere kadar geldik... Kelimelerimiz değişti fakat gönüllerimiz hep aynı...
Bu yazıma her türlü yorumu yapabilirsiniz ama yazdıklarımın anlaşılmadığını düşünerek cevap vermeyeceğim ve burada bir daha “türkçe”yle ilgili yazı yazmak da istemiyorum. Kimse kusura bakmasın. Bundan sonra sanal günlüğüme daha serbest daha hafif ve esprili şeyler yazmak istiyorum.

ONALTIKIRKALTI